“Dans eden bir yıldız doğurabilmek için kaos olmalı insanın içinde…”
F. Nietzsche
Renkler bir bakıma hayatın grameri gibidir. Bu gramer bir karanlık olarak varsaydığımız hiçlikten gelen yaşamın hareketli bir hayalidir. İster fiziksel, isterse psikolojik seviyede düşünelim, bunun hem gerçek hem metafor olarak bir karşılığı vardır. Evren de, insan da karanlık bir hiçlikten, büyük bir patlamayla saçılır. Hayatı boyunca gökkuşağına benzer biçimde, farklı tayflarda gezinen bir renk deneyiminin içinden geçer. İnsan ruhsallığının bu mecazi yolculuğu, bilincin zifiri karanlığında renklerin bambaşka bir tonu olan rüyayla buluşur. Kişisel deneyimler ve rüyalar, farklı renk deneyiminin içinden geçen insanlarla hemhal olur, ilişkiye girer, ayrılır, bulaşır, soluklaşır. Böylece insan ilişkilerinin tamamı, dürtülerin de eşlik ettiği, bir renk karnavalına dönüşür.
Renkler hem bir figüre hem de bir zemine zimmetlidirler. Bu zimmetlenme içinde görme yoluyla vücut bulurlar. Bizim renklerimizle, renklere renk demeyen başka canlıların renk algıları tamamen farklıdır. Görme ve adlandırma aracılığıyla renkler deneyimin bir parçası olur aynı zamanda hafızamıza nakşolurlar. Bazı deneyimleri anımsarken, o bağlamı güçlü bir şekilde boyayan renkleri de anımsarız. Aşk olduğumuz kişinin giysilerinin rengini, bir ebeveynimizi kaybettiğimizde göğün rengini güçlü bir duyguyla çağırabiliriz.
Kimi zaman renkler, seslere akraba olurlar. Bir sesin renginden bahsederken sadece duygusundan değil, gerçekten renginden de bahsediyor olabiliriz. Üzerimize toplumsal bir kabus gibi çöken, bizi her gün azarlayan liderin sesi karadır. Bir çocuğun cıvıl cıvıl sesinde mutlu pembe renkler dolanıyor olabilir.
Renkler, en azından insan için kaçınılmaz olarak, zaman ve tarihle de ilişki içindedir. Kimi zaman doğrusal, kimi zaman spiral, kimi zaman dolanık ve puslu davranan bir zamanın katmanlarına sızarlar. Platoncu bir ifadeyle, kımıltısız bir ebediyetin hareketli hayali olan zaman, yanına renkleri koştuğumuz bir koşturmaca halidir. An’ların bir tarihsellik içinde birbirine eklemlendiği, eklem noktalarının değişken bir biçimde olsada, geçmiş, şimdi ve gelecek diye isimlendirildiği bir zemindir burası. Bu noktaların birbirine bağlanması, Ben adını verdiğimiz tarihsel-ontolojik yapıyı kurar. Benlik ancak bir süreklilik içinde mümkündür. Noktaların birbirine seslenmediği, bağlanmadığı bir hayat renklenemez. İnsan kendisine kapanır, yaşam imkanları daralır, hayatın baştan çıkaran vaatleriyle ilişkisi kopar ve varoluş çöküntüye uğrar. İnsan gri bir uzayda salınır hale gelir.
Renklerin seremonisi, varlığın biyolojik olarak vücut bulduğu doğum anından başlar, yeryüzü ile meşkinin sona erdiği ölüm haline kadar devam eder. İnsan hem biyolojik hem de kültürel olarak, bu aralık içinde var olur. Kapıyı açan ve kapayan iki renktir, diğer tüm renkler bu aralıkta var olur ve deneyimlenirler. Sesle, sözle, müzikle, hareketle, hafızayla, görmeyle raks ederler.
Renklerin pasajından geçerken göreceğimiz bazı yansımalar evrenseldir. Bu yansımaların bir kısmında bizden izlerin olması kaçınılmazdır.
Dünyaya geldiğimizde bizi ilk karşılayan ışık muhtemelen renklerin hepsini kapsayan Beyaz olacaktır.
BEYAZ:
İnsan canlısı kaotik bir dünyaya çaresiz biçimde adım atıyor. Uygarlık alemine katılmak için uzlaşması gerekiyor, içgüdülerinin ifadesiyle, ötekiyle, kendisiyle.
Kendisine bakım verenin sunduğu her şeye, uzunca bir süre muhtaç yaşıyor. Zaman ve enerji sayacı ölüme doğru ilerleyecek biçimde bebek için çalışmaya başlıyor. Kendisine saldıran, tehdit eden bu dünyada sığınacak tek limanı bakım veren (genelde anne) olan zat. Ama sadece dış dünya, ışık, ses, koku, temas olarak saldırmıyor ona, ana rahmindeki görece duyumlarına kapalı olduğu dış dünya haricinde bedeni de içsel gerilimler yaratıyor. İçgüdüleri harekete geçiyor, acıkıyor, susuyor, gazı oluşuyor. Bu gerilimler ana karnındaki gibi dolaysız, sembiyotik biçimde yatıştırılmıyor. Gecikiyor, erteleniyor, ruhsal izler yaratıyor.
Üstelik sadece biyolojik bir varlık değil ana karnındaki gibi. Biyolojik olandan toplumsal olana, yani canlıdan insana evrilmesi gerekiyor. Uzun ve meşakkatli bir yolculuk. Bu yolculuğun birçok evresinde uzlaşmalara giriyor ya da uzlaşmamak için direniyor. Toplumsallaşmak için kaçınılmaz olarak kendini bastırıyor ya da bastırmaya zorlanıyor.
Var kalmak için bir rüya, bir masala inanarak başlaması gerekiyor bu canlının. Kendisini yok edecek bu dünyada, annesi ona yapay bir psikolojik rahim sunuyor:
”Tamam rahimdeki gibi sükûnetli ve korunaklı değilsin ama yine de korkma ben varım, ben var oldukça sana bir şey olmaz. Dünya denen mefhumla aranda ben olacağım”.
Çocuk annenin bu masalına inanırsa ruhsal ve fiziksel açıdan sağ kalmayı başarıyor. Anne, merkez, çocuk yörüngesinde dolanıyor. Yaşamın ilk yıllarında ebeveyn de güneş ve yıldızlar gibi göz kamaştırıcı ve ölümsüz geliyor ona.
Kısacası İlk masal ilk uzlaşma…
MAVİ:
İki insanın karşılaşması, yani konuşması, bakması, duygulanımları, suskunlukları, her zaman üçüncü bir ilişkisel ara alanda gerçekleşir. Ne içimiz ne de dışımız olan bu karşılaşma alanına hem içimiz hem dışımız diyebiliriz. Aslında tam olarak kendimizi de ötekini de tecrübe edemediğimiz, sadece deneyimin izlerini kaydettiğimiz bir alandır burası.
Bu alanı belirsizlikten kurtarıp hızlıca katetmek için, Ötekine dair boşlukları, bilinçli ya da bilinçdışı, ihtiyaçlarla, düşlemlerle, korkularla donatırız.
Bu karşılaşma aslında kişiler arası değil, fanteziler-arası bir alanda gerçekleşir.
Böylesi karışık bir alanda, Öteki ve Ben arasındaki sınırlar her zaman muğlaktır.
Bu nedenle, Öteki ile iyi ilişki kurmanın yollarından birisi de kendi bilinçdışı ihtiyaçlarımızı farkına varmak, insanları hangi duygusal renklere boyadığımızı idrak edebilmektir.
TURUNCU:
İnsan organlardan değil, duygu ve düşüncelerden yapılmıştır. Harflerden değil şiirden dokunmuştur. Kendisini anlamaya en yakın hissettiği yer, kendisini kaybetmeyi göze aldığı yerdir. Kök salmak, yerleşik olmak değil, dünyayı büyülü bir yumak olarak görebilmekten geçer
YEŞİL:
Dünya bize, ihtiyaçlarımız, korkularımız ve arzularımızın suretinde görünür. İşte bu öznelliktir.
Ancak bize kendi diliyle seslenir. Rahatsız eder, kuşatır, doyurur ya da istediğimiz biçimde işitmez. Bu da nesnelliktir.
Bu ikisi arasında, dengeli bir biçimde uzlaşmayı aramaksa, büyümektir. Büyümek bitimsiz bir denge arayışıdır. Dengelenmek nihai bir amaç, bir son, bir başarı değil, gerçekliğin farklı katmanlarını sürekli bir diğerine tercüme etme çabasıdır. Her tercüme, zorunlu olarak hem bir eksiltme hem de bir ekleme faaliyetidir. Bu da benliğin hareketedir.
KIRMIZI:
Sarılmak, bize ağır gelen kendi varoluşumuzdan uzaklaşmak, ötekinin arzu, kaygı, beklentiyle bakan yüzünün endişesinden kaçınmak için, diğerini tenimin içinde eritme çabasıdır. Sarılmak varoluş kaygımızı azaltır. İnsanlar birbirine, kurtulamadıkları ağırlıklarının ağrısını hafifletmek için sarılırlar, kalplerini birbirine yakın tutmak için.
MOR:
Farķında olalım ya da olmayalım, üzerine gidelim ya da kaçmaya çalışalım, tüm hayatımız kendi benliğimize doğru yaptığımız bir hac yolculuğudur.
İlmek ilmek dokuduğumuz bu yolculuğun sonunda kalbimiz ve gözümüz ya çiçeklenecek ya da körleşecektir. Hayatın tek mükafatı kendisi, yani nasıl yaşadığımız olacaktır.
.
SİYAH:
Dünyadan ayrılırken bildiğimiz anlamda görmeyi kaybedeceksek, gözkapaklarımız düşerken içine yuvarlanacağımız son renk, muhtemelen siyah olacaktır
Varlık’ın yok olması Hiçlik’e gidiş değil ilginç biçimde mevcudiyete gidiştir. Ölümle birlikte Benim Varoluşum bir Öznenin varoluşu olmaktan çıkar. Orada, artık olmayan bir Var’lık olarak kalırız. Olmayan bir Var, ‘Ben’den geri kalandır.
Burası artık, ‘Ben’in içinden çekilip gittiği, anonim, öznesiz bir Var’dır. Gitmiş olan hem gitmiştir, hem de gidişiyle birlikte bize varlığını sürekli bildirmektedir.
İnsan kendisine zincirlenmiştir ve ‘kendi’ olmasının sınırları yoktur. Olmanın bu sınırsız imkanları nedeniyle insanın kendinden kaçıp kurtulması imkansızdır.
İnsan kendinden kaçarak, kendini aşma girişiminde bulunur. Bu aşkınlık arayışı bizi Öteki ile ilişkiye taşır, ama Öteki de mutlak bir ilişkisizlikse bu nasıl mümkün olacaktır?
Özgürlüğümü özgür kılan, bana kendimi aşma potansiyeli veren, Var’ın dehşetinden ve uğultusundan kurtulmamı sağlayan tek şey Öteki’dir. Yoksa varlığımıza zincirli kalırız.
Öteki ise Etik dediğimiz şeydir. Etik insan olmanın başlangıcıdır.
Bu nedenle ahlaksız insan dünya lideri olsa da insan değildir. Sadece yönetim erkini ele geçirmiştir.
Ruhumuz böylesi bir dehşetin içine doğup, yaşamaya çalışırken, yaşam koçluğundan, bilinçaltı temizliğinden ve gurudan, şeyhten, pirden hayatın sırrını öğrenmek te kendini kandırmanın, kendinden kaçmaya çalışmanın başka bir yöntemi olur. Varoluşumuz, devredilemez bir borçtur. Yüzünü nereye dönsen sana bakıyor olacaktır.
Böylece geçeriz renklerin içinden, bazen gümbürtüyle bazen iniltiyle..
”Bir insan dünyaya geldiği zaman ölebilecek kadar yaşlıdır.”
Emmanuel Levinas