‘Bir başkasını son noktada, bizim ihtiyaçlarımızı karşılamaya aday olduğu için severiz. Sevgi bu anlamda bencilliktir’ diye tarif edilen cümle hepimizin malumudur. Bu cümle aynı anda hem doğru hem yanlış diğer yandan ne doğru ne yanlıştır. Zira bencillikten Ötekini sevmeye giden yol, kaba indirgemelere izin veremeyecek kadar incelikli ve çetrefillidir.
Canlıların tasnif edilmesi açısından değerlendirdiğimiz zaman, hiç şüphesiz insan, evrimsel süreçte ortaya çıkmış tüm primatlar içinde en gelişmiş beyin örgütlenmesine sahip hayvandır. Fizyolojik açıdan kısıtlılıklarını, ona kültürel devriminde kapılarını açacak olan aklı ve teknolojik becerileriyle telafi eder. Bu anlamda kendi sağ kalım ihtimalini sürekli artırarak, tarih denen sahneyi kurabilecek olan canlı haline gelir.
Tarih, insan eylemlerinin yaratısı ve onun anlatısıdır. İster toplumları isterse bireyleri düşünelim, tarihsellikten bağımsız bir var kalma, var olma mümkün olamaz. Var olan her Varlık bir tarihsel öykünün sonucu ve aynı zamanda üreticisidir. Bu mesele çok uzun zaman sonra insanın gündemine Varlık, Varoluş meselesi olarak gelecektir.
İnsanın tarihselliği daha o ortada yokken, ebeveynleri tarafından düşlendiği andan başlayarak, dünyaya gelişi ile kurulur. Dünyaya dahil olan insan yavrusu ilk başta evrimsel süreçlerin dili olan içgüdülerin dilinden konuşur. Temel ihtiyaçlarının (açlık, susuzluk, sükûnet arayışı vb.) tatmini, onun açısından kaçınılmaz, elzem bir önceliktir. Ağlaması dahi bir acı, ıstırap ve üzüntüyü değil, bakım vereni göreve davet eden bir çağrı sinyali olarak kabul edilir.
Yaşamın ilk aylarında yavru için sadece dürtülerin doyurulması, homoestasise ulaşma, dengenin bozulması ve yeniden çağrı çevrimi vardır. Dünyaya dair deneyimler, henüz nörolojik gelişim uygun olmadığından, bildiğimiz anlamda temsiller değil de çeşitli duygulanım adacıkları ve bedensel kayıtlar olarak işlenir. Bu kayıtların nasıl bir temsil evrenine, hangi biçimde taşınıp işleneceği ise ebeveynle çocuk arasındaki, ilişkisel alanda tayin olacaktır.
Adım attığı bu kaotik dünyada önünde muazzam bir görev durmaktadır. İçgüdülerinin sonsuz ve bedelsiz biçimde doyurulduğu o karnavaldan feragat edip, ebeveynlerin temsil ettiği ‘Dünya’ adı verilen simgesel düzene dahil olabilmek adına onların uygarlık şantajını kabul etmesi gerekmektedir.
Bu görev en kaba anlamıyla, bebek-çocuğun biyolojik varlık oluştan kültür varlığı olmaya geçişidir. İşte tam bu noktada gövdesinde çalışan evrimsel emirlerin tersine, sevgi, onay, kabul uğruna akıntıya karşı mücadelesi başlayacaktır. Bu mücadele gönüllü seçilmediği için uygarlaşmaya doğru yol almaya çalışan taraf kadar, onu dürtülerin emirlerine itaat etmeye geri çağıran virajlar da olacak, içindeki bu savaş muhtemelen ilanihaye çeşitli seviyelerde sürecektir.
Her ölüm nasıl erken ölümse, her doğum da bu anlamda erken doğumdur. Bebeksi doğamızdan ve onun taleplerinden kopmak zordur ve izleri bir ömür sürecek olan gerilimler yaratır. Bu gerilimlerin panzehri ise, Öteki (ebeveynler), ötekinden alınan bakım ve kıymet duygusu olacaktır. Yani bebek-çocuk büyüdükçe, kendi varlığının anlamına ancak ötekinin dolayımı üzerinden ulaşabilecektir. Kendisini yok etmeye aday bu dünyada, annesi ona yapay bir psikolojik rahim sunacak, bu rahmi de kıymetle, sevgiyle doldurarak, var kalma masalına inanması için yavruyu teşvik edecektir.
Ancak, yavrunun bakım, onay ve kıymet uğruna giriştiği bu zorlu uygarlık serüveni sadece, sevenin verdiği bakımla hallolabilecek bir mesele değildir, zira onu çok zorlu başka bir görev daha beklemektedir.
Çocuk, ebeveynleri ile ilişki deneyimleri içinde, onlara dair temsiller ve bu temsillere bağlı olarak da kendisi hakkında temsiller oluşturur. Bu temsiller sadece zihinsel değil, güçlü duygusal bileşenlerle donanmış temsillerdir. Yani çocuk hem nesneye (Öteki) ne hem de kendiliğe (Özneye) dair temsiller inşa eder. Bu, insanın bilinçli ve bilinçdışı tarihinin kuruluşudur. Bu temsiller, normal gelişim seyri içinde, iyi ve kötü temsillerin apayrı tutulmasından, iç içe geçmiş olana doğru dönüşür. Böylece ben olanla, ben olmayan Öteki arasında kesin net sınırlar değil, diyalektik ve geçişken hatlar inşa olmaya başlar. Bu temsiller bir zaman sonra dünya ile ilişkimizdeki tüm sahnelere, çeşitli yüzleriyle aktarımlar olarak taşınır. Her ilişki aktarım ilişkisi değildir, ancak aktarımın sızmadığı ilişki çok nadirdir, hatta ilişkisizlik halleri dahi bazen aktarımın izlerini taşırlar.
Biyolojik olandan, insan olana geçerken, Benliğin ve Öteki’nin ruhsal dünyadaki yerini, manasını, imkanlarını tesis etme işi esnasında çocuğun önüne çok zorlu bir mesele olarak gelir. Evrimsel doğasının bir kısmını bastırmış, temsiller alemine dahil olmuş, uygarlaşma yönünde yol almaya başlamış, kendi tarihine gark olurken, onu sarsacak bir kelime ile tanışır. Bu kelimenin adı Ölümdür. Bir kelimedir zira ölüm deneyim haline getirilemeyecek bir olgudur. Yani insan kendi doğumunu doğamaz, kendi ölümünü ölemez. Ölüm, gündeme girmesiyle buraya başka bir mim daha koyacaktır, peki insan kendi varoluşunu tek başına var olabilecek midir? Varlık, ölümün uğultusunun yarattığı kaosa nasıl bir çare bulacaktır?
Bedenin bitip tükenmeyen gerilimleri, ebeveynlerle yapılan pazarlıklar, dünyaya dahil olma serüveni çocuğa zaten var olmanın ağır yükünü durmaksızın hissettirmektedir. Şimdiyse diğer canlı türlerinin -en azından bildiğimiz anlamda- uğraşmadığı bir görevi vardır çocuğun önünde ve bu görev onu ömür boyu meşgul edecektir. Üzerine uygarlık vasıtasıyla çullanan bu yıkıcı bilgiyi, ölüm bilgisini, içine, ruhsallığına sığdırmak gibi bir görevi vardır. Yarı hayvan, yarı insan olan bu paradoksal canlı, bu bilgiyi içselleştirmekte muazzam sorunlar yaşar. Karanlıktan korkar, hırsızdan korkar, çeşitli varlıklar görür, altına eder, merakla sorar, sormaktan kaçar velhasıl onu deliliğe sürükleyen bu kaçınılmaz kader bilgisi ile savaşır.
İşte bu noktadan itibaren, belki ham doğasıyla olsa da Varlık, Var Oluş meselesi insanın hayatına dahil olur. Çocuğun bu ağrıya karşı bulduğu ilk derman Öteki’ne, Başka’ya (yani ebeveynin sevgisine ve bakımına yapışarak ölümden kaçma düşlemi) ömür boyu sürecek ve aktarımlarla şekillenecek olan bir yolu açar. Demek ki, varlığıma zincirli olmaktan, var olmanın basıncından kurtulmaktan, yalnızlığı aşmaktan bahsedebileceğimiz bir insanlık ihtimali vardır ve bu imkan sevgidedir, erostadır, Öteki’ndedir. Yani gerçek ve bilinmeyen bir Ötekine uzanmak, beni varlığımın ağırlığından kurtarma kapasitesine sahiptir.
Diğer yandan da büyüdükçe kontrolü artırarak kendi varlığımız üzerinde hakimiyet tesis etmeye çalışırız. Bu kontrol nihayetinde yaşam ve ölüm üzerinde bir kontrol kurma yanılsaması olup, değil hakimiyet ve varlığın ağırlığından kurtulma, aksine bizi kendimize zincirleyen esareti daha da güçlü kılar. Böylelikle kendi varlığımız içine hapsoluruz. Oysa bu aynalı labirent, ‘nereye baksam ben’ hali, ölümün sessiz çığlığını çoğaltmaktan başka bir şeye yaramaz. Kişinin artan kontrolü aynı zamanda kendi ‘Varlık Hapishanesi’ni inşa etmeye adaydır.
Bu basınçtan kurtulmanın yolu, Varlığımı ötekine emanet etmektir. Öteki’ler, sonsuz sayıda olduğu için, aslında Var Olmanın imkanları da sonsuzdur. İnsan kendisine kıstırılmışlığı, kendini aşarak, aşkın bir şeklide, aşkla Öteki’ne yönelerek çözme imkanı bulur. Öteki, arkadaştır, yardır, topluluktur. Soyut değil, münasebete dayatan bir somutluktur, ilişik olma değil ilişkiye girme halidir. Tabii ki, bu karşımdaki için de geçerlidir. Öteki ve ben bir sorumluluk alarak, kendimizi diğerine bir borç olarak sunarız, aynı zamanda bir borç olarak yükleniriz. Bu borçlanmada hem ‘’kurtar beni’’ diye bir yalvarış, hem de ‘’üstlen beni’’ diyen bir emir vardır.
Başkası bir yandan mutlak olarak benden bambaşka iken, diğer yönden aynı var olma derdinden muzdarip olduğumuz için tam da bendir. Ötekini duymak, ona gitmek, elimde avucumda olanı ona vermek, aynı zamanda kendi var olma yaram için şifadır.
Bir zamanlar temsil yoluyla beni ve dünyayı kuran ilişkiselliğim (ebeveyn-çocuk ilişkim) şimdi temsilleri de aşan bir anlama kavuşmaya başlar. Buna da Etik diyoruz.
Etik, kendi varlığımız boydan boya kat ederek ancak Öteki üzerinden gerçek bir Özneye dönüşeceğim kavşaktır. Ve bu noktada, diğerinin muntazam başkalığını yutmaya çalışmadan, onu kendinden başka olana dönüştürmeye uğraşmadan, ilişkiyi bir tüccar zihniyetiyle kazanç-kayıp üzerinden okumadan, var olma ağırlığını bana emanet edeni, saygı ve sevgiyle kendi kaidesi içinde taşıyabilmekten, duyabilmekten, işleyebilmekten bahsetmeye başlarız.
Tamamen ‘Başka’ olanı, zihnimde bir şeye dönüştürmekten vazgeçmek, zihnimdeki Öteki imajına, temsiline, gerçek ‘O’ muamelesi yapmaktan imtina etmek, onun gerçek otantikliğini her zaman varsayımlarından önce kabul etmek, ‘aynı benim onu üstlendiğim gibi beni üstlenmiş olan insana’ gerçek bir etikle yaklaşmaktır.
Kendi ihtiyaçlarımız merkeze koymaktan etik anlamda uzaklaşmaya başlamak, bizi sevginin belki yaşamın başlarındaki bencil örüntüsünden uzaklaştırır. Esas mesele artık almak değil cömertçe verebilmektir.
Üstelik bu cömertlik, bir şey talep etmeden, ötekinin müphemliğini kabul ederek verme halidir. İnsan böylesi bir sorumluluğa boş ellerle gidemeyeceğinden, kendi Var Olma ağırlığını da ona verdiğini bildiğinden dolayı, ruhsal hareketin mefhumu değişmeye başlar.
Artık söz konusu olan; Öznenin, Öteki üzerinden doyurmaya çalıştığı (bakım veren-bebek ilişkisi formunda olduğu gibi) bir ‘Eksiklik’ değildir. Aksine, beni kendimden çekip aldığı için derin bir şükran hissettiğim ötekine, elim kolum dolu gidişim, ağzımdaki lokmayı ona verişim, yani Fazlalığımdır. Bu pasif bir var olma durumundan, bende fazla olanı Öteki’ne vermeye niyetlendiğim aktif bir Var Olma haline geçiştir. Böylece Ben ve Öteki arasında, meçhul olanın gerilimine tahammül edebilen eşitler arası etik bir ilişki inşa edilebilir.
Eksikliğin ikamesinden uzaklaşan Varlık, yaşamın ilk dönemlerine ait bencil sevgi örüntülerinin zincirlerini kırar ve fazlalığın paylaşılmasına dayalı etik ve evrensel bir ilişkinin imkanını yakalar. Böylece amacımız artı keyifle dünyadan alacağımızı tahsil etmeye değil, cömertliğimizi sunarak, içsel iyi nesnelerimizin bereketli tatlı su kuyusundan dağıtarak, dünyanın ağrısına karşı birbirini yutmayan bir yarenliğe dönüşür.
Bu anlamda insanın ıstıraplı Varlık serüveni, evrimsel, temsili, toplumsal ve felsefi olanın içinden geçerek Öteki’nde geçici bir yuva bulur. Bu yuva geçicidir, nihai değildir, zira hem Öteki hem de Ben, ölümlü bir varoluş içinde çaresizdir.
Tek başarımız, yaşam karşısında nihai başarısızlığımızı sevgiyle kabul edebilmekse, hasetten sevgiye doğru ilerleyen çizgide, sevginin bencilliğini aşmanın yolu, Öteki ile birlikte var olabilmek, Etik bir imkan için kalbimizi ve zihnimizi diğerine açık tutabilmektir.